Şehre o kadar alışmışız ki... Iğneada'ya ilk adım attığımda her şey bana cansızmış gibi geldi. Şehirin gürültüsünden, abartılı ışıklarından ve durmak bilmeyen karmaşasından sonra burası sanki dünyanın çarklarının uzak kalıp dokunamadığı, kendi hızında ağır ağır dönen ayrı bir dişliydi. Bazen öyle kareler olur ya… Hani kalabalık bir yemek masasından herkes kalkıp gitmiştir de masada yalnız başınıza kalırsınız. İşte Iğneada bana böyle hissettirdi. Bir boşluk vardı, ama o boşluk ne yalnızlık hissi yaratıyordu ne de huzursuzluk. Tam tersine, orada her şey kendi halinde vardı. Sanki dünya, ben onun bir parçası olmadan da var olmayı sürdürüyor gibiydi. Belki dünyayı anlamak demek bu, belki sadece var olmak.
Iğneada'da ışık kirliliği yoktu, gökyüzü geceleyin en berrak haline bürünmüştü. Yıldızlar, biri iki minik ışık noktasından ibaret değildi, belki yüzlercesi hiçbiri diğerini bastırmadan, sadece varlıklarıyla oradaydılar. Burada kuşların seslerini bastıran da yoktu çünkü ses kirliliği yoktu. En güzeli ise, düşüncelerin kirliliğinden uzak olabilmekti. Altı dolu düşünceler duymak, kaliteli sohbetler edebilmek bana çok iyi geldi.
Otele yerleşmemizin ardından, aklımda tek bir düşünce belirdi: "Şimdi ders çalışmam gerekiyor." Bunu düşünmek bana daha da boğucu geldi. Her şey o kadar güzel ve huzurluydu ki, ders çalışmak gibi bir sorumluluk, sanki her şeyin huzurunu bozacakmış gibi hissettirdi. Ancak, kampın atmosferine girdiğinizde, herkesin aynı amaçla orada bulunduğunu fark ediyorsunuz. Çalışmaya başlamadan önce, diğerlerinin ders başında olduğunu görmek, insanı bir şekilde motive ediyor. E tabii ilk başta gerçekten zorlayıcıydı. "Böyle geçecekse bu kamp, nasıl katlanacağım?" diye bile düşündüm. Ama zaman geçtikçe, bitirdiğim her saati, her soruyu, her fasikülü "Ben yaptım." diyerek tamamlamanın verdiği rahatlıkla daha da adapte oldum.
Akşamları ateş başında toplandıyorduk. Bir nevi günün yorgunluğunu böyle atıyorduk. Tabii sohbetler dönüyordu. Bazı insanlar vardır ya, onlarla konuşurken her kelime sizi daha da küçültür. Ama burada, herkes kendi kimliğiyle var olmayı ve diğer herkesin alanına saygı duymayı çok iyi biliyordu. Kendimi olduğum gibi ifade edebileceğim insanlar arasında olduğumu bilmek beni daha da mutlu ediyordu.
Son gün, Longoz ormanlarına gitmek için yola çıktık. Doğanın içinde olmak, insana insan gibi hissettiriyor bence. Orman yürüyüşümüz sırasında durup incelediğim her bir kare sanki içinde benim bir başka tasvirimi taşıyormuş gibi hissettim. Durup bir mantarın rengine bakmak, farklı yosunların dokularını hissetmek, çamura batmış ayakkabılarla yürümek… Bu küçük detaylar, insana varlığını iliklerine kadar hissettiriyor. Longoz ormanlarını çok sevdim. Oradan cebime filizlenmiş bir palamut aldım. Şimdi masamın önündeki saksıda, o da benim minik Longoz’um olacak, benim minik hatırlatıcım.
Bu şekilde kampın sonuna geldiğimizde, tek hissettiğim tamamlanmışlık hissi değildi. Zaten bu kamp yalnızca ders çalışmaktan ibaret de değildi. Esin hocanın atölyelerini tanımlamak zor olabiliyor ama belki şekillendirmek diyebilirim yaptığına. Asla bir heykeltraş gibi değil; yontarak, yol dayatarak hiç değil. Esin Hoca bir yol takip etmenin dahi ötesinde, o yolu seçmeyi, gerektiğinde şekillendirmeyi ve bazen de kendi yolunuzu bulmak adına kaybolmayı göze almayı öğretiyor. Tam da bu yüzden kampın bitiminde en çok büyüdüğümü hissettim, ve bu hislerle sonuna ulaştık. Daha nice kamplara...

Comments